İmtihan Edileceksiniz

 Bismillâhirrahmânirrahîm

Ey Müminler! Ramazan Ayı’ndayız. Artık uykudan uyanma zamanımız. Düşmanın ne olduğunu anlama ve içerideki bu düşmanlara karşı savaşma zamanı.

 

Uyanıp, gerçek cihada, Cihadül Ekber’e, nefsimize karşı olan cihada başlama zamanı. Bu savaşın nasıl riskler barındırdığını anlayın. Eğer kaybedersek, o zaman gizli şirk işlemiş olanlardan, nefsine köle olanlardan yazılırız.

Şeyhimiz Sahibul Saif Şeyh Abdül Kerim el Kıbrısi el Rabbani (ks) şöyle anlatıyor,

 

“Nefsinizin keyfine karşı savaştığınızda, o zaman bir yerlere varabilirsiniz. Yoksa nefsinizi ilah edinmiş olursunuz. O zaman iki ibadethaneniz olur. İki yere ibadet ettiğin zaman ne yapmış olursun? Şirk. Bugün birçok Müslüman şirk işliyor. Gizli şirk. Efendimiz (asvs) bildirmiş:

‘Allah’a ibadet etmek isterken nefsinizin isteklerine uyarsanız, bu gizli şirk olur. O zaman nefsinize tapınmış olursunuz.’

 

Büyük Şeyhimiz diyor ki, “İki şeyi ilah edindiğinde, onlardan birini öldür. Bir tanesini ortadan kaldır, bir tane bırak.”

Nefslerimiz, Allah (svt)’nın yanında kendilerini ilah ilan ediyorlar. Allah (svt)’nın yarattığı başka hiçbir mahlukat, Allah (svt)’nın yaratıp içimize koymuş olduğu bu mahluk dışında hiçbir şey kendini ilahlaştırmamıştır. Gaflette olup nefsimizin boyunduruğuna düşmek, aslında Allah (svt)’ya ortak koşan, ortak koşmaya talip olanı ilahlaştırmak ve ona hizmet etmektir.

 

Büyük Şeyhimiz Şeyh Mevlana Muhammed Nazım Adil el Hakkani (ks)’ın söylediği gibi:

“Her Peygamber, Allah Teala’dan farklı bir usul getirmiştir ki, nefsi terbiye edip, ‘Ya Rabbi, ben Sana teslim oldum,’ diyebilelim. Ama nefsimiz Allah’a dönüp, ‘Hayır, teslim olmayacağım,’ der. Allah, nefsimize, ‘Sen kimsin?’ diye sorduğunda, nefs, ‘Sen Sen’sin, ben de benim,’ diye cevap verdi. Bunun üzerine Allah Teala, nefsin bin yıl boyunca cehenneme atılmasını buyurdu. Ardından nefsi çıkardı ve aynı soruyu yeniden sordu. Nefs cevap verdi, ‘Sen Sensin, ben de benim.’

 

Bu sefer de bin yıl boyunca cehennemin soğuk yerine atılmasını buyurdu. Ardından kendisine yine soruldu: ‘Sen kimsin?’ Ve nefs, öncekiyle aynı şekilde cevap verdi. Bu sefer de bin yıl boyunca açlık vadisine atılması emredildi. Birkaç gün sonra tekrar çağırıldı ve aynı soru tekrar yöneltildi. Bu sefer şöyle cevapladı: ‘Sen benim Rabbim’sin, ben ise Sen’in kulunum.”

Nefs her zaman kendi ilahlığını iddia eder. İlahlık, Rabbaniyet sadece Allah’a mahsustur. Peygamber Efendimiz (sav), Allah’ın oruç emrini getirdi. İş açlığa geldi mi, nefs siner ve, “Artık Sen’in önünde ilahlık iddia etmiyorum. Ben Sen’in aciz kulunum. Ve Sen de benim Rabbim’sin,” der. Kendini kontrol edemeyen kişi korkunç bir haldedir, çok tehlikelidir. Oruç, sözünüzü dinlemesi için nefsinizi kontrol edebilme kabiliyeti kazandırır. “Yap,” dersiniz, yapar. “Dur,” dersiniz, durur. O yüzden başından sonuna kadar oruç, kulluğun temel şartlarından biridir. O olmadan hiç kimse gerçek kulluğa ulaşamaz. Çünkü aksi takdirde nefs her daim galip gelir. Sırtınıza biner ve, “Beni izle!” der.

 

Ey Müminler! Allah (svt)’nın, nefsimizi bitap düşüren orucu bahşetmiş olduğu Ramazan Ayı’nın gün ve gecelerinde bulunuyoruz. Onların bizi idare etmesi yerine, nefsimizi yeniden ellerimize alıp, kendi nefslerimizi sürme fırsatına sahibiz şimdi. Fakat nefsinizi sürmeyi size kim öğretecek? Bu kitaplardan, internetten ya da kendi tasavvurunuzla elde edebileceğiniz bir kabiliyet değildir. Vahşi ve ehlileştirilmemiş bir ata öylece gidip üstüne binerek onu süremezsiniz. Sizi üzerinden atıp boynunuzu kırar. İlk önce onu nasıl ehlileştireceğinizi size gösterecek olan bir ustanın yanına gitmeniz lazım.

Savaştayken, size nereye gidip ne zaman ne yapacağınızı söyleyen bir komutanın emri altında olmalısınız. En büyük cihadın içindeyken, nefsinize karşı yürüttüğünüz Cihadül Ekber’deyken bir mürşidiniz olmalı. Bizim mürşidimiz Peygamber Efendimiz (sav) ve o irşadı miras olarak bırakmış, o sırrın devam edebilmesi için Ashabına, kıyamete kadar sürecek şekilde, Tabiin’e ve oradan da Tebe-i Tabiin’e aktaran Eshab’ı Kiram’a bırakmıştır. Ehl-i Sünnet vel Cemaat budur. Peygamber Efendimiz’in sünnetini izleyenlerin yolu budur. Eshab-ı Kiram asla, “Ben doğrudan Allah’a giderim,” dememiştir. Tabiin asla, “Ben doğrudan Peygamber’e giderim,” dememiştir. Tebe-i Tabiin asla, “Doğrudan Rabbime giderim,” dememiştir. Hepsi de, “Biz bu ilmi Allah’tan alan Peygamber’den almış olanlardan aldık,” demişlerdir.

 

Şeyhimiz şöyle anlatıyor: Biliyorum demeyin. “Ben biliyorum. Bir şeye ihtiyacım yok. Hiçbir öğretmene, hiçbir rehbere ihtiyacım yok. Ben kendi kendimi temizleyebilirim,” demeyin. Yapamazsınız. Bu binayı bile tek başınıza bulamazsınız. Size nerede olduğumuzu söylemeseydik, gelip bu adresi, bu odayı bile bulamazdınız. Bu binada birçok oda, birçok daire var. Kendi kendinize bulamazsınız. Ve bu sadece dünya. Dünya. Peki ya Cennet? Cenneti biliyor olsaydınız yeniden titremeye başlardınız, çünkü Cennette de kaybolmak istemezsiniz. Size tayin edilmiş olan yerinize gitmeniz gerek. Çılgınlar gibi ortalarda koşturamazsınız. Allah (svt)’nın yarattığı her şey nizamlıdır.”

 

  1. yüzyıl insanları, gencinden yaşlısına, “Bir rehbere ihtiyacım yok, bir mürşide, hocaya ihtiyacım yok. Bir plana ihtiyacım yok. Benim beş duyum yok mu? Kendi aklım yok mu? Dünyadaki bütün bilgileri parmak ucumda taşıyan telefonum yok mu? Neden gidip de hatalı olduğumu söyleyecek bir takım insanların yanında oturup onlarla cemaat olayım ki?” diyorlar. İslam’ın Delili, Hüccet-ül İslam İmam Ebu Hamid Gazali Hz.’den daha akıllı kim var? Kim öyle olduğunu söyleyebilir? Bütün fenni ve dini ilimlerde, o zamanın dünyadaki en büyük üniversitenin en büyük profesörüydü.

 

Ancak kendi kendine idrak etmişti; nefsi kontrol etmek için girilen bu Cihadül Ekber’de, kendi aklına güvenemeyeceğini fark etmiş, şöyle demişti:

“Duyularımdan gelen delillere nasıl güvenebilirim ki? Bunlardan en kuvvetlisi göz hasasıdır —gölgeye bakıp, onun hareketsiz olduğunu görüp, hareketsiz olduğuna hükmedebiliriz. Fakat bir müddet sonra tecrübe ve müşahede ile anlarız ki o hareket halindedir. Ancak bu hareket birdenbire olmayıp, tecridi gerçekleşiyor ve aslında hiçbir zaman da sabit değildi. Göz, yıldıza bakar ve onu bozuk para gibi küçük müşahede eder, halbuki dünyadan bile büyüktür. Bunlar bana, duyularıma güvenmenin beni tamamen yanılgılar üzerine kurulmuş akli çıkarımlarla dolu bir hükme götüreceğini gösterdi.”

 

Gözlerinize bile güvenemiyorsanız, o zaman kime, nasıl güvenebilirsiniz ki?

 

Şu hadiseye kulak verin. En büyük İslam alimlerinden İmam Fahreddin er-Râzi, bu dünyadan göç etmek üzereydi. Şeytan ölüm döşeğine geldi —kimse bu kısımdan bahsetmiyor; vefat etmek üzereyken şeytanın nasıl geleceğinden, nefsinin nasıl deliye döneceğinden, arzularının nasıl deliye dönüp sizi kandırmaya çalışacağından bahsetmiyorlar.

 

 

Şeytan yanına geldi, ki kendisi en büyük İslam alimlerinden biriydi. Şeytan geldi ve şöyle dedi, “Allah’ın var olduğunu nereden biliyorsun?” Ona bunu sordu. Ve İmam er-Râzi, ölüm döşeğinde şeytanla münakaşaya başladı. Allah’ın varlığına mantıki deliller sundu. Ancak bunun ardından şeytan onunla tartışmaya başladı ve onun fikrini çürüttü. Yeniden münakaşaya başladılar, bir öyle bir böyle, ta ki şeytan İmam er-Râzi’nin yüz tane iddiasını çürütene kadar devam ettiler. Ölmek üzere olan İmam er-Râzi, öyle bitap düşüp, ümitsizliğe kapılmıştı ki, neredeyse imanını kaybedecekti. Bu yaşananlar gerçek, hikaye değil. Gerçek bunlar. Fakat bir Şeyhi vardı. Şeyhinin sesi kalbine geldi ve dedi ki,

“Ey Müridim! O şeytana söyle, sen Allah (svt)’ya, hiçbir delile muhtaç olmadan iman ediyorsun.”

 

İmam er-Râzi bunu söylediği anda, şeytan kaçıp gitti. Çünkü İmam’ın kalbinde artık şüphe için yer olmadığını biliyordu.

Ey Müminler! Bize yol gösterecek birini rehber, mürşid edindik mi? Öyle bir mürşid ki, Şeyhi tarafından bin yıllık bir gelenekle irşad olmuş, sünnetleri yaşatan, şeriata uyan ve onu muhafaza eden, hiçbir beklenti içinde olmayan biri. Çünkü şeytan her dakika imanımıza saldırılarda bulunuyor. Hiçbir kişiyi, şeytanla savaşmış, nefsini fethetmiş birini, bize de bunları yapmayı öğretsin diye yardımcımız belledik mi? Eğer böyle yapmadıysak, o zaman önümüzde yürüyeceğimiz uzun, zorlu ve yalnız bir yol var demektir. O zaman deccal geldiğinde çok kolay bir şekilde kandırılacağız demektir.

 

Bu dünyaya kendimiz için cennete çevirelim diye gönderilmedik. Bizim evimiz Cennet. Bizim esas evimiz Cennettedir. Ancak itaatsizlik yüzünden evimizden kovulduk. Bu dünya bir sürgün yeridir. Hüzün ve güçlük yeridir. Bu dünya bir zindandır. Bu dünya, müminler için sıla hasretidir. Bu dünyadaki her şey size keyif verecek hale gelse bile hasret çekeceksiniz. Çünkü burası değil sizin eviniz. Burası dünya, burası imtihan yeri.

 

Kur’an-ı Kerim’de Allah (svt)’nın buyurduğu gibi:

 

BismillahirRahmanirRahim

“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele. Onlar; başlarına bir musibet gelince, “Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz” derler. İşte Rableri katından rahmet ve merhamet onlaradır. Doğru yola ulaştırılmış olanlar da işte bunlardır.” (2/Bakara:155-157)

 

Sadakallahül Azim.

 

Şeyh Lokman Efendi Hazretleri

Sahibul Sayf Şeyh Abdulkerim el Kibrisi (ks) ‘nin Halifesi

Cuma Hutbesi ‘ndan – Osmanlı Dergahı, New York – 18 Ramazan 1439 – 1 Haziran 2018